12 Kasım 2011 Cumartesi

Yeniden Doğuş Çalışmaları1- Sonsuz Ölgü


                                                    ***
   “Kim ya da ne olduğunu hiçbir zaman bilemedim; bilemeyeceğim de. Aslını sorarsan bilmekte istemeyeceğim. Asırlar boyunca insanoğlu seni durmak bilmeksizin bir biçeme sokarken ben seni hep ‘şey’ olarak adlandıracağım. Tüm bu yanılgıya yakaranların aksine benim için hep katıksız ve salt bir biçimde ‘şey’ olarak kalacaksın. Salt ve özelliksiz… Çünkü seni bir biçime adapte etmek, bir kalıba sokmaya çalışmak –seni basmakalıplaştırmak- ziyadesiyle yersiz ve anlamsız bir çaba olarak cereyan ediyor zihnime. Tam bu bağlamda biz insanların en kötü özelliği de o değil mi; şeyleri adlandırmak. Öylesine bilinçsiz bir edim süreci ki hiçbir şeyin farkında değiller; yaptıkları gayet olağan geliyor dimağlarına. Aslında bizler şeyleri adlandırırken onlara kendimizden gelen yekpare bir bağıllık bahşediyoruz. Soluksuzlaştırıp ellerimizle öldürüyoruz. Yanı sıra onlara bağlandıkça özgürlüğümüz de certe certe sökülüp gidiyor. İnsanoğlunun tam olarak anlayamadığı nokta da bu işte! Fakat ben seni hiçbir zaman adlandırmayacağım. Kendimi senin kölen ilan etmeyeceğim alelade. Sen hep ‘şey’ olarak kalacaksın ki ben diğerlerine; sen ise bir öncekinin yazgısına mahkum olmuş bir zavallıya dönme! Beni anlayabiliyor musun?”
   Satırlarını yazarak noktayı attı.
   Bir dergiye yazı yazmak fikri onun için hiçbir zaman kolay bir şey olmamıştı fakat umutsuz iş görüşmeleri sonunda yapabileceği herhangi bir iş kalmayınca son olarak hayata bir ucundan tutunmak adına bu ay ilk yazısının yayınlanacağı dergiyle gidip görüşmüştü. Birkaç yazısını okutunca beğenilmiş ve yazılarını daha çok derginin edebiyat-araştırma alanlarına ait bir sayfasında görmek istediklerini söyleyerek resmi olarak işe başlatmışlardı. Bu iş onun için kolay bir savaşınım olacağa benzemiyordu. Derginin kendi alanında saygın bir yerinin olması da apayrı bir yük oluyordu omuzlarında. Bu nedenle belki de iki kat daha fazla özen göstermesi gerekiyordu. Elinden gelenin en iyisini yapmalı ve harika bir başlangıç edinmeliydi kendine.
   Yalnız, kendinden dahi sakladığı bir şey vardı. O da okuttuğu yazıları yıllar önce yazdığı ve uzun bir süredir sadece pasif bir okuyucu olduğuydu. Yeniden yazabilecek miydi bunu hiç bilmiyordu. Aynı zamanda saçma sapan bir şeyler yazıp ilk yazısının yayınlanmaması ya da yayınlanıp rezil olması ihtimaliydi onu korkutan. Yine de hem başka bir çaresinin olmayışından hem de denemekten bir zarar gelmez diyerekten girişmişti bu işe.
  Masadan usul usul kalktı omuzlarındaki yükü tekrar tekrar hissederek. Havayı soludu. İçerideki zorunluluk duygusu midesini bulandırdı. Kendi içine kustu.
                                                  ***
  “Mesela, şimdi şu kahverengi masanın üzerinden siyah kalemi kaldırıyor oluşum senin bir sonucun mu? Ya da bu işlemi yaptıkça not mu alıyorsun yaptıklarımı benim haneme? Ya da ben bir kuklayım ve bunu yapmak için mi buraya geldim; yani amacım kutsal bir varlığa sonsuz bir teslimiyet içinde sorgusuz bir hizmet ediş mi? Ya da tüm bu soruların hepsinin bir karmaşımı mı? Ya da tüm bu devinimler bir paradoks mu? Kimse cevaplayamıyor bu sorularımı, tıpkı kimsenin beni anlamaya çalışmaması gibi. Post Modern kültür empoze oldu olalı tavırlarımıza, hiççil bir anlayış alıp götürüyor biz insan varlıklıları. Empatiyi kendince uygulamak bir yana ne olduğu dahi kimin umurunda? Bir insanı anlamaya çalışmaya, apaçık bir yanılgı gözüyle bakılıyor; yanı sıra bu eyleme sıkıca sarılmaya çalışan insanlar da diğerlerine oranla çok küçük bir azınlığı teşkil ettiklerinden olsa gerek bu totaliter dayatmaya karşı koyamayıp onlardan herhangi biri oluveriyor. Bu kısır döngü de bu şekilde devam ediyor. Belki bu anlayışsızlığın bize yapışıp kalması da senin bir dört işleminin sonsuz ispatıdır.”
  Sağa sola hiç düşünmeden akan suyu izledi bir süre. Sonra bedeninden aşağı süzülüşünü, bir su damlasının diğerini güçlendirerek yerçekimine hapsoluşlarına bakakaldı. Tüm bunlara hiçbir anlam veremedi. Bazen bizden kopup giden ya da bizden tamamen bağımsız olan şeylerin varoluş çabalarını anlayamıyordu. Bunların varlık nedenini bilim, felsefe ya da herhangi bir şey açıklamaya yetmiyordu. Tüm cevaplar yetersiz geliyordu ona. Belki de buna neden olan yazar duyarlılığıydı fakat o da tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Ani bir hamleyle suyun altına geçip kendini onun akıcılığına bıraktı. O zaman düşünememeyi, kafasını söküp atmayı dileyerek yapmıştı bunu. Düşünememek bu kadar zor olmamalıydı ya da ağır. Bir süre öylece kalakaldı fakat damlalar her zamanki düşüncesizlikleriyle akar giderken hiçbir şeyin değişmediğini ve buna daha fazla dayanamayacağını anladı. O an ihtiyacı olan tek şey tam da –suyun altındaki haliyle- çıkıp tepelere; yükseklerden aşağıdakilere, aşağıdakilerin kalabalıklar içinde kendini kaybedişlerine, bağırarak küfredip öte yandan ağlayarak kendinden vazgeçmeyi öğrenmekti. Yapamadı. Düşüncelerin su gibi akışı ne yazık ki eylemlere yansımıyordu; bunu fark etti. Daha fazla su buharının altında nefes alamadığını fark edince tekrar çözümsüzlüklerine sığınıp banyodan dışarı attı kendini. Bir süre yatağının üzerinde oturup kendini düşündü. Aldığı yükün altında ezilmekten korkuyordu bu defa. Uzun bir süreden sonra yeniden yazmaya başlamak gerçekten çok zordu; can çekişmek gibiydi. Ağlamaya başladı. Bu kez az önceki su göz pınarında tuzla birleşip her zaman ki aptallığıyla yerçekimine hapsoluyordu. Hiçbir anlamı yoktu işte tüm bunların! Hiçbiri bunları bilinçli olarak yapmıyordu sadece var olanlara boyun eğip ezeli ve ebedi bir aidiyete ‘tamam’ diyorlardı. Kabullenemiyordu hiçbir varoluşu! Ağlamaya devam ediyordu çünkü yapabilecek başka bir şeyi yoktu. Tüm gece ağladı puslu gecenin altında. Bir ara yağmur yağdı. Sadece o an güldü evrene. Adeta rolleri değişmişti. Sonra sustu. Pus oldu.
                                                 ***
  “Mistikler senin Tanrısal bir niteliğin olduğuna inanıyor. Zaman ötesi ve uzam dışı…  Yani ulaşılamayacak ve müdahale edilemeyecek kadar ötekisin. Öylesine ötekisin ki sadece duyumsuyorlar varlığını daha fazlası ulaşılamayacak ve uzlaşılamayacak kadar uzak. Yanı sıra bir mistiğin bu durumu kabullenmesi ve ‘tüm bu olanlar kaderimizde varmış, ötesini biz bilemeyiz’ deyişi de sonsuz bir bağlılığın simgesi iken onlar buna –kaza- diyor. Kaza, bir aitlik imgesi. Özetle tamamıyla sorgusuz sualsiz bir kabullenilişsin bir mistik için.
  Musevilerin inancına göre ise sen Roşaşana ve Yom Kipur ile gelen, geleceğin tek belirleyicisin. Mistiklere oranla daha müdahale edilebilir bir inanışsın. Çünkü her teşuvalarında (İbranice: geriye dönme) geleceğe bir nebze de olsa dokunabiliyor ve daha iyi olması adına O’ndan sonsuz saygı içinde af dileyip belki de usul bir kurnazlıkla gelecek olanlara müdahale edebiliyorlar. Yanı sıra bu edinimler geçmiş için de belki bir af niteliğidir kim bilir. Şofar’ın çalınışıyla beraber de geçmişe bir perde çekip Tanrının onlar için yazdıklarına boyun eğiyorlar. Yıllık kabulleniş böylesine devinimsel bir süreçte bir Musevi için böyle akıp gidiyor. Sonra yine Yom Kipur-26 saat-oruç-amentüler ve tövbeler-Şofar…”
  Ansiklopediler böyle yazıyordu. O ise tüm yazılanları reddediyordu. Fakat bir reddediş için tüm varoluşları ortaya dökmek gerekir ki o da dergiye göndereceği yazı için öyle yapıyordu. En nihayetinde reddedişlerini kaleme alacaktı.
   Başının ağrıdığını hissedemiyordu; öyle ki bunun alışmışlıktan ötürü böyle olduğuna inandı. Sabah kalkınca ilk işi ansiklopedileri karıştırıp bu bilgileri elde etmek olmuştu. Kahvaltı yapmayı unuttuğunu fark etti. Son zamanlarda unutkanlığı hat safhaya ulaşmıştı fakat bunun da farkında değildi. Kahvaltılık bir şeyler hazırlamak için mutfağa doğru yöneldi. Bir bardak su içip tezgâha doğru döndü ki tam o sırada kusmaya başladı. Kusmuyordu resmen içi dışına çıkıyordu. Aceleyle banyoya koştu. Midesi bulanmaya vakit bulamadan adezyon kuyular gibi dışarı atmıştı tüm içindekileri. Kusması bitince bir süredir bir şeyler yemeden su içmiş olmasına bağladı bunu ve ortalığı temizledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar mutfağa dönüp yiyecek bir şeyler hazırladı. Nitekim kahvaltı niyetine yaptığı bu doyum sürecini sabahın bir saatinde değil de hava kararmaya başladığı zaman yaptığını çok sonra fark etti. Artık zamanın onun için bir geçerliliği ya da anlamı yoktu. Zamanı özellikli kılan tek şey dergiye göndermesi gereken yazının vakitsel bir dönüşümünün olmasıydı. İki gün içinde yazıyı göndermesi gerektiğini fark edip strese girdi. Tekrar geçti kitapların ve kağıtların arasına. Tüm zamanını onların arasında kendini kaybetmiş bir biçimde geçirdi. Kendini kapattı, kendine.
                                                 ***
   “İslam inancına göre öncesizlikten sonrasızlığa dek sen ve sana bağıl gelişen her şey –iyi ya da kötü-  Allah katında hali hazırda malum olaylardır. Varlığınla (yokluğunla) duanın önemli bir parçasısın. Düşünüyorum ve bu denli ulaşılmaz ve anlaşılamaz –sadece hissedilebilir- iken bahşedilen atasal önemine anlam veremiyorum. O kadar önemlisin ki bazı İslami fırkalarca sana inanmak imanın bir şartı. Buna göre sana inanmayan dinden çıkmış oluyor. Böylesine de arı bir inanç istiyorsun kendine.”
   Tüm vücudunu sere serpe yatağına uzanmıştı. Yorgunluktan sırtında bir şerit boyunca ağrılar hissetti. Sonra yazarken yaşadığı tüm bu sancılanış sürecinin onu mahvettiğini fark etti. Her ne kadar kafasında tasarladığı yazı planına göre sona gelmiş olsa da bu yorgunluklar onu vazgeçirtmeye yetecek derecelere gelmişti. Yok oluşa bir adım daha yaklaşıyor gibi hissediyordu ama bu hissediş onu hiç de rahatsız etmiyordu. Nedense her gün biraz daha ölmek artık rahatsızlık vermektense alışkanlık yaratmıştı. Her gün süren bu saptal döngünün bir parçası olarak kabullenmişti onu. Düşünmek sadece daha fazla çıkmaz yaratıp daha uzun dolambaçlarla baş başa bırakıyordu. En azından bir süreliğine özümseyeceği bu kabulleniş daha rahat hissetmesini sağlayacaktı.
   Usul hareketlenimlerle masanın üzerinden bir kağıt aldı. Kağıda büyük harflerle ‘ölmek’ ve ‘döngü’ yazdı. Bu hareketlenimlerin düşünmesini zorlaştırdığını fark ederek kağıdı bir tarafa bırakıp bir süre sessizce düşündü. Liseden aklında kalan dil bilgisi kurallarıyla zihninde ‘döngü’ kelimesini saflaştırıp iki heceye ayırdı. O an –gü ekinin dönmek fiiline bir düzenlilik ve sirküler bir akışkanlık bahşettiğini fark etti. Ardından –gü ekini ölmek fiiline getirdi ve bu yazıyı meydana getiriş sürecinde her gün içinde olduğu halinin ve işlediği konunun onun için ‘ölgü’ olduğunu fark etti. Düzenli ve akışkan… Yan tarafına bıraktığı kağıdı tekrar eline aldı ve düşüncelerine bir realite kazandırmak istedi. Kağıdın bir köşesinde duran ‘ölmek’ fiilinin –öl kökünü, kağıdın diğer köşesindeki ‘döngü’ kelimesindeki –gü ekiyle birleştirdi. Evet, bu gerçekti! Vardı! Gülümsedi ve yazıya başlık bulmanın mutluluğunu yaşadı. Ölgü!
                                                 ***
   Gece geç saatlere kadar çalışıp yazısını sonlandırmıştı. Görev ahlakının üzerinden kalkmış olmanın verdiği rahatlıkla uyumuş öğlene doğru uyanmıştı. Başına gömülmüş bir ağrı olduğunu fark edememesi ne kötü bir şeydi! O sabah elini yüzünü yıkadığı sudan buharların yükselmesini bir süre anlayamadı. Elleri suyun altında öyle kendince düşüneyazıyordu. Birden bir ışıklanımla suyun sıcaklığını ayırt edemediğini anladı. O an bir tokmak kafasına geçirilmişti! Düşünmemeye çalıştı. Refleksif olarak aklına gelen şeyin olmamasını diledi içten içe. Bunun iyi bir şey olup olmadığını anlamadan(!) odasına tekrar geçti ve uykudan yeni uyanmanın verdiği mahmurlukla düşünmeden, düşlemeden yavaş yavaş üzerini değiştirdi. Öte yandan bu hissizliği düşünüyordu. Bir anda dün geceden beri yüzünde beliren o belirli belirsiz mutluluk yüzünü terk etti. Eline geçen ilk kağıda bir şeyler karaladı. O karalamaların aynısını başka bir kağıda yazıp masanın üzerinde bıraktı. Hemen evi terk etti. Bisikletine binip dergiye gitti. Yüzündeki garip mutsuzluğun anlamı çözülemeyecek kadar derin bir yaranın iziydi adeta. Yazısını dergiye bıraktığında çoktan akşam olmuş hava kararmıştı. Bisikletini hep o gitmeyi düşlediği uzak tepelerden birine doğru sürdü. Saatlerce gitti. Dere tepe düz gitti. Bitti.
                                                   ***
   En nihayetinde o tepelerden birinde bir uçurumun kenarındaydı. Gece, zifiri karanlık…
   “Bazen eylemler düşüncelerin önüne geçebiliyor, yanılmışım” dedi.
   Anlayamadığı –anlatılamayan- tüm şeyler bir bir aklına düşüyordu. Tüm öğreti ve inançları reddetti. Tüm bu yükler bedenini daha ağır ve taşınamaz hale getiriyordu. Gittikçe bedeni daha katlanılamaz bir yüklenişe tabi tutuluyordu. Ağlamak bir çözümden ya da bir kaçış olmaktan çıkmıştı onun için. Ağlayıp rahatlayamıyordu. Düşündüklerini eyleme dökmeye karar verdi. Derin bir nefes alıp geceyi içine çekti. Pedala bastı ve kendini uçurumdan aşağıya yuvarladı. Tek gördüğü ve hissettiği yere yakın olmanın verdiği o garip hazdı.
                                                 ***
   “Tüm önyargılarımı yıkıp geliyorum sana. Beni sevdiğini biliyorum çünkü hiçbir zaman ihanet etmedim sana. Tek yapmamız gereken kötülüklerimizi birbirimize aktarmaktı ki onu da yaptık. Seve öpe! Hadi durma sar sarmala beni. Tüm zehrini akıt içime. İçim aksın; içimi yok etmek için. Zira kurtuluş yok senin şirretliğinden! Hadi durma al! Al içimdeki o saf, billur beni. Yok et, mahvet, parçala, süründür! Utancını paylaşmaya hazırım. Nesiller boyuna insanlar tarafından atfedilen kirliliğin beni tertemiz yapmalı! Eski paklığım insanların gözünden kendini zerk edip sonsuz bir çıkış bulmalı! Bulmalı ki gerçekliğine kavuşsun. Hadi gece! Tut ellerimi, at beni bir kirliliğin içine. Soluyorum seni!”
   Kağıda bunları yazdığında çoktan kendi sonuna karar vermişti. Tek yapması gereken düşündüklerini eyleme dökmekti ki bunu da yaptı. O gece orada ölmesi hayatın yükünü daha fazla kaldıramayacak oluşu muydu, tüm bu cevapsızlıkların onu her geçen saniye biraz daha zehirlemesi miydi, o sabaha kadar fark edemediği beyin tümörünün yarattığı sonsuz ölgüyü mutlak sonla birleştirme isteği ya da hissizliğin acıyı sonsuzlaştırması mıydı yoksa sadece hissederek varlığını kabullendiğiniz ve her şeyden çok önemsediğiniz ‘kader’ miydi kimse bilemedi. Belki de kader dediğiniz şey sonsuz bir lanetti ve kimse bunu ayrımsayamamıştı. Böylece en başında bir hata yapmış; ilk yazısına konu olarak ’kader’i seçmiş ve kendi sonunu kendi elleriyle hazırlamıştı. Bu sayede yaptıkları insanlar tarafından yanlış da olsa anlaşılacaktı; en azından sessiz ve nedenli bir gidiş olacaktı. Kimse bilemedi onun ne yapmaya çalıştığını, kimse anlayamadı. Kimse kabul etmek istemedi varlığını… Hiç kimse!
   Yavuz Selim ATAN
       06-11-2011

4 yorum:

  1. Vay canına sayın seyirciler! Bu ne uzun yazı böyle... Şimdi işime uzun bir mola vereceğim sanırım.. Evet vereceğim ve okuyacağım:) Yeniden doğuş çalışmalarını illa ki öğreceğim:)) Ellerinize, yüreğinize sağlık!

    YanıtlaSil
  2. Merhaba hayal kahvem :) umarım vakit ayırdığına değmiştir, teşekkürler ;)

    YanıtlaSil
  3. ilk olarak, niçin böyle bir konu seçtiğini düşünmekteyim.bilmiyorum niye ama okurken sürekli gözümün önündeydin..bi karamsarlık bi iç çöküş halinin hakim olması beni iki kere düşündürdü bu konuyu seçmen hakkında.tırnak içinde yazılan her şeyi ezberlenilmiş laflar olarak uzun zamandır duyuyorum galiba o yüzden böyle tepki verdim:)kışın rehavetini taşıyan aralık gibiydi yazın ama işleniş olarak güzeldi hatta konu ve işleniş bakımından bana sabahattin ali yi anımsattı :)ellerine sağlık sevgili yavuz selim atan yazılarının devamını bekliyoruz :)

    YanıtlaSil
  4. Öncelikle yorumların için teşekkürler :) İlginçrie yazı düşündüğünün tam aksine karamsar anlarına gelmemiş tek yazı olma özelliğini taşıyor.Yani gayet insancıl gayet hissi şeyler üzerine dolandı durdu. Neden bu konu dersen insanlar bir şeylere bağnazca bağlandığında tepkisiz kalamıyorum galiba. Bu arada Sabahattin Ali'yi daha önce okumamıştım.Artık kesin okunacaklar listesinde ;)

    YanıtlaSil