24 Aralık 2011 Cumartesi



...
Kimse anlamıyor, çekip gitmek istiyorum.
Buranın olmadığı herhangi bir yere.
Dünyanın neresinde olduğu dahi umurumda değil.
Yeter ki ben kendim gibi yaşayayım.
Olmasın duvarlar gözlerimin önünde, yapmam ve yapmamam gerekenler olmasın.
Kurallar boğazımı düğümlüyor ve hatta kesiyor.
Herkese karşı vahşice davrandığımın farkındayım.
Ve hastalıklı...
Özellikle en yakınımdakilere...
Kolay mi sanıyorsunuz, tutmak içindekileri.
Çabalayacak gücüm yok, saklamaya, yok saymaya...
Böyleyim.
Evet tam bir serseri gibi yaşamak istiyorum.
Orada, burada ...
Ne olurdu sanki ?
Ne için bütün bu koşuşturma, çaba ?
Anlamsız her şey...
Ruhumun yok olduğunu hissediyorum.
Yavaş yavaş.
Kim verecek bunun hesabını ?

AKIL HASTANESINDE : DINO CAMPANA

14 Aralık 2011 Çarşamba

Düşünsel Bir Dokunuş

Düşünsel Bir Dokunuş
                         1
   Ve yağmur yağıyor, usulca…
   Tenime her dokunuşu alabildiğine farklı duygulara gebe... Sancılı bir gecenin ardındaki o gizli sır gibi, tüm yaşanmışlıkları bir kalemde silebilecek birkaç damlacık kümesi. –Huzur dolu- yakıcı bir güzellik… Oysa ben hazır değilim bu huzur dolu yakarışa. Gecenin en adi serzenişine tutsak olmak istemiyor istemsiz hücrelerim.
                         2
   “Yine, yeniden hiçbir şeyi beceremiyorum.”
   Asırları kaplayan sessizliği bozan birkaç kelime idi sadece tüm bunlar. Bir insanın baharında çiçek açması gerekirken salt ve ezeli bir biçimde düşünmeye endekslenmiş bir oluşumu yönetmesi bir ustalık gerektiriyordu usta için. Zamanın getirdiği tüm olgular, olgusuzluktan inliyordu. Hiçbir şey her şeyi kaldırıyor, tozlu raflara saklıyordu. Birkaç sigara ve boş bir şişe… İşte yaşamın arkası sokağı tam olarak bundan ibaretti. Öyle ki ruhu uçlarda yaşatacak kadar samimiydi her şey.
                         3
   “Ben artık Tanrı’dan çok uzaktayım!”
   Eldelerim bir hiçliğin yansımasından daha fazla bir şey değildi. Hiçlik okyanusunun durağan ebesi bir doğuma eşlik ediyordu.
                         4
   “Hayır, –ellerime hâkim olamıyorum.
      —Bu bacaklar sanki bana ait değil. Titriyor.”
   Son cümleyi söylerken gözünden akan birkaç su damlası özgürlüğüne kavuşuyordu.
   “Ben artık Tanrı’dan çok uzaktayım.”
   —Havva’nın Kutsal Meclisi!
                         5
   Yokluğa rağmen bir şeyleri var etmeye çalışıyordu beşer. Yürümeyi denedi.
   “Ama bu bacaklar…
    Ben…
    Kim…
    Hayır, yok!
    Yokluğumu göz ardı edemem!”
   Aynaya bakmaya karar verdi. Durdu, biraz düşündü ve O’nu gördü.
   “Bugün yok görünüyorum!”
   Yürümeyi denedi ama beceremiyordu bir türlü. Adeta ayakları vücuduna yakışmıyordu. Ambiyanssız, hoyrat bir geceden sonra söylenen yalnızlık şarkısı gibi; keskin, yakıcı, darbesel…”
   “-Bu vuruş çok tınsal ve uysal… Kesin, darbesel, yıkıcı vuruşlar vurulmalı portreye.”
                         6
   İlerleyemiyorum, yazamıyorum. Çünkü hala bir şeylere inan(a)mıyorum . Hayatın bu kadar anlamsız bir çaba olabileceğine inanmak istemiyorum. Reddediyor eskimiş hücrelerim; lakin önemli de değil ne de olsa kısa bir süre içinde onlar yok olup yerine yenileri gelmiyor mu? Hayat da tıpkı organizma gibi kompleks ve kendi içinde geçerli kuralları olan bir hiyerarşiye sahip değil mi?
   “Bir gün, birisi bir başkasından daha iyi olabilir!”
                         7
   İlerleyemiyorum, yazamıyorum. Çünkü ellerime ne kadar hâkimim bunu gerçekten idrak edemiyorum. Tek elin kağıdı sabitleyip, diğerinin tüm oluşları kağıda geçirmesine anlam yükleyemiyorum. Bir şeyler eksik, hep eksik…
   “Kabul et artık, sen ellerine bile hâkim olamayan bir ahmaksın!”
                         8
   İlerleyemiyorum. Ya bacaklarım? Asıl onlara hakim değilim bu hakimiyet anlayışı çerçevesinde. Bacaklarım almış başına gidiyor ama bedenim hala durağan. Bedenimden bacaklarımın ayrılışı asi duygular oluşturuyor tenimde ama engel olamıyorum bu ayrılığın kurgusuna. Bitmek bilmeyen bir acıtış sürecinden daha ilerisi değil bu hazan.
   “Birkaç adım atıyorum ve ben hala aynı yerdeyim, hiç gitmemiş gibi.”
                         9
   İlerleyemiyorum, yazamıyorum. Tek kazancım geriden kalan, ben-im. Sessiz, sakin ve düşünsel. Kimse olmadan, yalnızca ben!
   “Çok egoistsin gel artık kendine!”
                         10
   İlerleyemedim, yazamıyorum. Ben bir oluşumum hayata ait. Açılımları olmayan bilişimsel bir teknolojinin en ileri noktasıyla bile üretemediği bir oluşum. Sadece ben varım, yalnızlığına terk edilen! Bu bir gün yaşanılacak terk-i diyarı, terk-i varlıklığı daha yakın bir zamana indirgemek sadece.
   “Kabul et biraz da, biraz…”
                         11
   İlerleyemedim, yazamıyorum. Evet, kabul ediyorum. Yaşamın ele verdiği sonsuz kıvrımların derin felsefesinde herkes biraz öyledir.
   “Varlığını duyumsayamıyorsun, sentezlerin olabildiğine dip.”
                         12
   İlerleyemedim, yazamıyorum. Gerçekte var olup olmama açmazını yaşıyorken bu açmazı bir eme ulaştıramadan varamıyorum reel nitelikte bir sonuca. Belki düşüncelerim fazlasıyla subjektif olabilir ama ben buyum! Kendini kabullenmek adına son anda treni kaçırmak gibi…
   “Ben kimim? Ben neyim?”
                         13
   İlerleyemedim, yazamıyorum. Yazamıyorum, bacaklarım ilerlemiyor. Ellerimse onunla inatlaşırcasına bir şeyler karalamak istiyor. Bedenim benden bağımsız, inatlaşırcasına bir tezatlık yaratıyor.
   “Fakat sen tüm yorgunluğunu ellerine hükmettiriyorsun!”
                         14
   İlerleyemesem, yazamam! Hükmettiremiyorum hiçbir şeyi. Realitede sahip değilim tüm bunlara. Ben sadece kararmış bir kalbin solmuş ama dingin, gören ama kör, yenilmiş ama hep kazanmış, var ama yok olan, dinle…
   “Sadece aynaya bak ve gerçeklikle yüzleş!”
   İlerl… Yaza…
   “Kim bu bana bakan ben gibi?”
   “Sadece dokun ve hisset onu…
    Bir düş gibi
    Bir varoluş gibi
    Bir diriliş gibi
    Yekten gelen bir ruh gibi
    Islak bir canlı gibi, elinden kayıp kurtuluşunu hisset
    Tut ve çek onu içine, bırakma!
    Yaşat onu içinde, bir düş gibi!”
   Bu sadece bir düşten ibaret... Oysa ben ilerle… Yaz…”
   “Sadece dokun ve bu oluşu hisset. Önce parmaklarından usul usul girişini duyumsa. Kıyamet gibi! Sonra…”
   “Hayır sezgilerim acıyor!”
   “Unutma sen bir yoktan ibaretsin. Ağrı ve acı yokluk için çok anlamsız ibarelerdir. Sadece ilerle ve yaz!”
   “Sadece duyumsamak tek gerçekliği!”
   Şimdi ben Havva’nın kutsal meclisinde bir gerçekliği yok ediyorum. Aynadaki gerçekliği!
   “Unutkansın!”
   “Bir gün birisi bir başkasından daha iyi olabilir!”
   Oysa benim eldelerim sadece bir hiçliğin yansımasıydı. Hiçlik okyanusunun durağan ebesi bir doğumu yarıda kesiyordu!
                         15
   Hiçbir şey yarım değildir!
   Her şey bir bütün!
   Yokluklar bile…
                         16
   İlerleyemiyorum, yazamıyorum. Mürekkep akıtıyorum kurumuş bedenime. Koyu renkli, kirlice… Artık yazabilsem bile ilerleyebiliyor olmamın bir ehemmiyeti yok. Bacaklarım önde, bedenimse geride sonsuz bir ayrılışa son tanık oluyor.
   “Dokunma bana yazamıyorum!”
                         17
   Şizofren bir düşü yaşıyorsun tüm hücrelerinle. Sesleri takip et, duyabiliyor musun kulaklarına fısıldadıkları olağanüstü melodiyi? Fakat her şey bir yanılsama, hiçbir şey gerçek değil!
   “Hiçbir şey gerçek değil; her şey gerçek… Reel gerçeklik senin düşlerin!”
                         18
   “İdeolojik sanrıların yansımasından başka bir şey değil bu! Çünkü varlık ya da Tanrı her yerde!”
   —Parmaklarının ucunda, saç kıvrımlarında, gerçeği duyumsayabildiğin tek bir noktada… O, her yerde hissedebildiğin tek gerçekte.
   “Tanrı her yerde!”
                         19
   Bu ilerleyişi hissetmeye çalışmak benim yormaktan başka bir işe yaramıyor. Oysa benim bekleyişler yaşıyor bedenim! Yürüyorum huzura, erdeme doğru. Okuyorum tüm bilinenleri. Harfleri yutup cümleler kusuyorum. Şimdi tüm söylenenler kusmuk gibi tenimde. Bilinenler güneş parlaklığında yaşayan tek bir kör nokta gibi, siyah! Yegâne bir nokta… Bu amansız bir ilerleyişin sonsuz bir huzura doğuşu gibi, tek bir gerçekliği saklayıştır! Bir tek gerçeklik, kör bir gerçeklik!
   Yaşıyor beşer, kıvrımsal olguları ve bunların barındırdığı derin tılsımları vücuduna kazandırmak istercesine. İçinde bir güneş yaratmaya çalışıyor. Kör bir gerçekliği kandırmaya çalışıyor.
   “Oysa sen her şeyi kandırabilirsin ama Bir’i kandıramazsın. Sadece Bir’i…”
                         20
Bir…
   “Şimdi sen tehlikeli bir hastalık gibisin tüm hücrelerime sinen. Her adımda daha da yaklaşıyorum noktaya; bilinçsiz ve umarsız bir tavırla. Sen…”
   —Sen sadece bir kez dokun geleceğin miladında ruhuma ve hisset içindeki yaşamsal sızlantıları… Sadece dokun ve hisset beni! Tut benliği, orada kal! Duyumsayabildiğin her yerde varlığım… Bir el çırpış gibi basit ama zekice… Bulabildiğin ve görebildiğin her noktada –bir noktada! Parmağının ucundan akan kandaki sıcaklığı hisset! Kendini bırak ona ve varlığımı duyumsa… Dinle tüm yaşanmışlıkları, algıla tüm eldeleri…
   “Şimdi sen sadece dinle, düşün ve beni anla…”
                         21
   Bugün bahçedeki lalelere baktım da;
   “Neden bu olağandışı zarafeti daha önce göremedim?” dedim. Daha önce görememiştim ama artık görebiliyorum. Kabul ediyorum onun varlık kırıntılarının birleştirdiği bütünleri. Daha iyi anlıyor artık her bir olguyu, daha iyi anlıyorum.
   “Seni anlayabiliyorum!”
                         22
   Algılayabiliyorum hücrelerdeki canlılığı. Sonsuz bir eleverişte yakarışa kapılan son ayin kadını gibi sessiz bir çığlığım şimdi! Bu kocaman hiçlik okyanusunda duyulamayan ama hep var olan bir çığlık…
   “Çığlıkların bir yaşama elçilik yapıyor.”
                         23
   İlerl… Yaz…
   Artık ilerleyebilişimi ya da yazamayışımı düşünemiyorum. Düşünme yeteneği olmayan canlı olup varlık sorgusu yaşamayan canlılık formları gibiyim. Tek düşüncem senin düşüncelerimde kapladığın yeri talan etmek! Duygularımı hadım etmek! Bir varlığın cinayetini yaşamak! Beyin hücrelerimde sadece senin sözlerin var. Benim için sen belki de son anda işlenen gayr-i meşru bir evliliğin tek piçisindir, tek ve nadide!
   Kim bilir belki bir gün tek –bir- şeye inanırsam yazabilirim ya da hâkim olabilirim bacaklarıma. Durup dinleyebilirim ağrıyan başımın hissiyatını. Sen bilirsin; ne de olsa sen varsın. Seni ben var ettim, düşlerimde! İyidir değil mi bir baş ağrısı, karın ağrısı? Hani bir yaşam belirtisi…
                         24[yirmi dört…]
   Ben bugün…
   Bugün ben…
   Ben bugün bende…
   Ya da yarın…
   Kim bilir kim?
   Kâğıtların arasından çıkarınca bu yazıyı, başımın ağrıdığını hissettim. Psikolojik yanılsama! Ama pek güzel değilmiş bir baş ağrısı! Bundan gayrı daha farklı şekilleniyor her şey zihnimde. Psikoloji, felsefe ve yazgılık arasında bir düşünce biçimi!
   Duyumsayabildiğim tek gerçekliğe yöneliyorum artık ve ben;
   Sadece “Rahman”ın varlığını duyumsuyorum.
   Sadece “O”na büyük bir özlem biriktiriyorum.
   Sadece “O”na güveniyorum, varlıksal sentezlerimde.
   Ve sadece “Kevser” gibi akıyor düşüncelerim.
          —Lakin şimdi ben sadece –bir şey- yapamıyorum.
          —Yazamıyorum ama inanıyorum.
          —İleride… Yazmalıyım!

Yavuz Selim ATAN                                       
    06.04.2009

Keşif

Merhabalar efendim,
Upuzun bir sınav maratonun ardından yine burda; kendimleyim. Evet sınavlar bitti dedim yani kısıtlı özgürlük anlarım başladı.Öyleyse ne yapmak gerek? - Değerlendirmek gerek :)
Kalktım bugün bol bol gezdim kitapçılara uğradım. Bir kitap mağazasında tamamen tesadüfi olarak bir şiir kitabına rastladım. Arkasında daha önce şairinin kim olduğunu hiç bilmediğim şiiri okudum. Aman Allah'ım o da ne! Harika bir şiir. Kaydettim şairi incelemeye aldım internette. Meğer adamcağız gayet alanında başarılı bir isimmiş ve bolca şiiri varmış. Cahilliğimle bir kez daha yüzleşmiş oldum böylece. Derken bu değerli insanın Eskişehirli olduğunu öğrendim. Yani şu an okuduğum şehrin ta kendisi! Daha bir mutlu oldum (her nedense). Sonra bunu buraya yazmak ve şiiri paylaşmak istedim. Buyrun :)

"öyle bir yazdı ki
sanki gökyüzünde oturuyorduk
seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi
mavi bir şeydi

gençlik öyle bir yazdır ki
ne yurt ne ev ne oda
yalnızca gökyüzü
yeter insana

biz seninle gökyüzünde
çok oturduk

gençliğimiz
çok mavi geçti... çok! "


      Haydar Ergülen

12 Kasım 2011 Cumartesi

Yeniden Doğuş Çalışmaları1- Sonsuz Ölgü


                                                    ***
   “Kim ya da ne olduğunu hiçbir zaman bilemedim; bilemeyeceğim de. Aslını sorarsan bilmekte istemeyeceğim. Asırlar boyunca insanoğlu seni durmak bilmeksizin bir biçeme sokarken ben seni hep ‘şey’ olarak adlandıracağım. Tüm bu yanılgıya yakaranların aksine benim için hep katıksız ve salt bir biçimde ‘şey’ olarak kalacaksın. Salt ve özelliksiz… Çünkü seni bir biçime adapte etmek, bir kalıba sokmaya çalışmak –seni basmakalıplaştırmak- ziyadesiyle yersiz ve anlamsız bir çaba olarak cereyan ediyor zihnime. Tam bu bağlamda biz insanların en kötü özelliği de o değil mi; şeyleri adlandırmak. Öylesine bilinçsiz bir edim süreci ki hiçbir şeyin farkında değiller; yaptıkları gayet olağan geliyor dimağlarına. Aslında bizler şeyleri adlandırırken onlara kendimizden gelen yekpare bir bağıllık bahşediyoruz. Soluksuzlaştırıp ellerimizle öldürüyoruz. Yanı sıra onlara bağlandıkça özgürlüğümüz de certe certe sökülüp gidiyor. İnsanoğlunun tam olarak anlayamadığı nokta da bu işte! Fakat ben seni hiçbir zaman adlandırmayacağım. Kendimi senin kölen ilan etmeyeceğim alelade. Sen hep ‘şey’ olarak kalacaksın ki ben diğerlerine; sen ise bir öncekinin yazgısına mahkum olmuş bir zavallıya dönme! Beni anlayabiliyor musun?”
   Satırlarını yazarak noktayı attı.
   Bir dergiye yazı yazmak fikri onun için hiçbir zaman kolay bir şey olmamıştı fakat umutsuz iş görüşmeleri sonunda yapabileceği herhangi bir iş kalmayınca son olarak hayata bir ucundan tutunmak adına bu ay ilk yazısının yayınlanacağı dergiyle gidip görüşmüştü. Birkaç yazısını okutunca beğenilmiş ve yazılarını daha çok derginin edebiyat-araştırma alanlarına ait bir sayfasında görmek istediklerini söyleyerek resmi olarak işe başlatmışlardı. Bu iş onun için kolay bir savaşınım olacağa benzemiyordu. Derginin kendi alanında saygın bir yerinin olması da apayrı bir yük oluyordu omuzlarında. Bu nedenle belki de iki kat daha fazla özen göstermesi gerekiyordu. Elinden gelenin en iyisini yapmalı ve harika bir başlangıç edinmeliydi kendine.
   Yalnız, kendinden dahi sakladığı bir şey vardı. O da okuttuğu yazıları yıllar önce yazdığı ve uzun bir süredir sadece pasif bir okuyucu olduğuydu. Yeniden yazabilecek miydi bunu hiç bilmiyordu. Aynı zamanda saçma sapan bir şeyler yazıp ilk yazısının yayınlanmaması ya da yayınlanıp rezil olması ihtimaliydi onu korkutan. Yine de hem başka bir çaresinin olmayışından hem de denemekten bir zarar gelmez diyerekten girişmişti bu işe.
  Masadan usul usul kalktı omuzlarındaki yükü tekrar tekrar hissederek. Havayı soludu. İçerideki zorunluluk duygusu midesini bulandırdı. Kendi içine kustu.
                                                  ***
  “Mesela, şimdi şu kahverengi masanın üzerinden siyah kalemi kaldırıyor oluşum senin bir sonucun mu? Ya da bu işlemi yaptıkça not mu alıyorsun yaptıklarımı benim haneme? Ya da ben bir kuklayım ve bunu yapmak için mi buraya geldim; yani amacım kutsal bir varlığa sonsuz bir teslimiyet içinde sorgusuz bir hizmet ediş mi? Ya da tüm bu soruların hepsinin bir karmaşımı mı? Ya da tüm bu devinimler bir paradoks mu? Kimse cevaplayamıyor bu sorularımı, tıpkı kimsenin beni anlamaya çalışmaması gibi. Post Modern kültür empoze oldu olalı tavırlarımıza, hiççil bir anlayış alıp götürüyor biz insan varlıklıları. Empatiyi kendince uygulamak bir yana ne olduğu dahi kimin umurunda? Bir insanı anlamaya çalışmaya, apaçık bir yanılgı gözüyle bakılıyor; yanı sıra bu eyleme sıkıca sarılmaya çalışan insanlar da diğerlerine oranla çok küçük bir azınlığı teşkil ettiklerinden olsa gerek bu totaliter dayatmaya karşı koyamayıp onlardan herhangi biri oluveriyor. Bu kısır döngü de bu şekilde devam ediyor. Belki bu anlayışsızlığın bize yapışıp kalması da senin bir dört işleminin sonsuz ispatıdır.”
  Sağa sola hiç düşünmeden akan suyu izledi bir süre. Sonra bedeninden aşağı süzülüşünü, bir su damlasının diğerini güçlendirerek yerçekimine hapsoluşlarına bakakaldı. Tüm bunlara hiçbir anlam veremedi. Bazen bizden kopup giden ya da bizden tamamen bağımsız olan şeylerin varoluş çabalarını anlayamıyordu. Bunların varlık nedenini bilim, felsefe ya da herhangi bir şey açıklamaya yetmiyordu. Tüm cevaplar yetersiz geliyordu ona. Belki de buna neden olan yazar duyarlılığıydı fakat o da tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Ani bir hamleyle suyun altına geçip kendini onun akıcılığına bıraktı. O zaman düşünememeyi, kafasını söküp atmayı dileyerek yapmıştı bunu. Düşünememek bu kadar zor olmamalıydı ya da ağır. Bir süre öylece kalakaldı fakat damlalar her zamanki düşüncesizlikleriyle akar giderken hiçbir şeyin değişmediğini ve buna daha fazla dayanamayacağını anladı. O an ihtiyacı olan tek şey tam da –suyun altındaki haliyle- çıkıp tepelere; yükseklerden aşağıdakilere, aşağıdakilerin kalabalıklar içinde kendini kaybedişlerine, bağırarak küfredip öte yandan ağlayarak kendinden vazgeçmeyi öğrenmekti. Yapamadı. Düşüncelerin su gibi akışı ne yazık ki eylemlere yansımıyordu; bunu fark etti. Daha fazla su buharının altında nefes alamadığını fark edince tekrar çözümsüzlüklerine sığınıp banyodan dışarı attı kendini. Bir süre yatağının üzerinde oturup kendini düşündü. Aldığı yükün altında ezilmekten korkuyordu bu defa. Uzun bir süreden sonra yeniden yazmaya başlamak gerçekten çok zordu; can çekişmek gibiydi. Ağlamaya başladı. Bu kez az önceki su göz pınarında tuzla birleşip her zaman ki aptallığıyla yerçekimine hapsoluyordu. Hiçbir anlamı yoktu işte tüm bunların! Hiçbiri bunları bilinçli olarak yapmıyordu sadece var olanlara boyun eğip ezeli ve ebedi bir aidiyete ‘tamam’ diyorlardı. Kabullenemiyordu hiçbir varoluşu! Ağlamaya devam ediyordu çünkü yapabilecek başka bir şeyi yoktu. Tüm gece ağladı puslu gecenin altında. Bir ara yağmur yağdı. Sadece o an güldü evrene. Adeta rolleri değişmişti. Sonra sustu. Pus oldu.
                                                 ***
  “Mistikler senin Tanrısal bir niteliğin olduğuna inanıyor. Zaman ötesi ve uzam dışı…  Yani ulaşılamayacak ve müdahale edilemeyecek kadar ötekisin. Öylesine ötekisin ki sadece duyumsuyorlar varlığını daha fazlası ulaşılamayacak ve uzlaşılamayacak kadar uzak. Yanı sıra bir mistiğin bu durumu kabullenmesi ve ‘tüm bu olanlar kaderimizde varmış, ötesini biz bilemeyiz’ deyişi de sonsuz bir bağlılığın simgesi iken onlar buna –kaza- diyor. Kaza, bir aitlik imgesi. Özetle tamamıyla sorgusuz sualsiz bir kabullenilişsin bir mistik için.
  Musevilerin inancına göre ise sen Roşaşana ve Yom Kipur ile gelen, geleceğin tek belirleyicisin. Mistiklere oranla daha müdahale edilebilir bir inanışsın. Çünkü her teşuvalarında (İbranice: geriye dönme) geleceğe bir nebze de olsa dokunabiliyor ve daha iyi olması adına O’ndan sonsuz saygı içinde af dileyip belki de usul bir kurnazlıkla gelecek olanlara müdahale edebiliyorlar. Yanı sıra bu edinimler geçmiş için de belki bir af niteliğidir kim bilir. Şofar’ın çalınışıyla beraber de geçmişe bir perde çekip Tanrının onlar için yazdıklarına boyun eğiyorlar. Yıllık kabulleniş böylesine devinimsel bir süreçte bir Musevi için böyle akıp gidiyor. Sonra yine Yom Kipur-26 saat-oruç-amentüler ve tövbeler-Şofar…”
  Ansiklopediler böyle yazıyordu. O ise tüm yazılanları reddediyordu. Fakat bir reddediş için tüm varoluşları ortaya dökmek gerekir ki o da dergiye göndereceği yazı için öyle yapıyordu. En nihayetinde reddedişlerini kaleme alacaktı.
   Başının ağrıdığını hissedemiyordu; öyle ki bunun alışmışlıktan ötürü böyle olduğuna inandı. Sabah kalkınca ilk işi ansiklopedileri karıştırıp bu bilgileri elde etmek olmuştu. Kahvaltı yapmayı unuttuğunu fark etti. Son zamanlarda unutkanlığı hat safhaya ulaşmıştı fakat bunun da farkında değildi. Kahvaltılık bir şeyler hazırlamak için mutfağa doğru yöneldi. Bir bardak su içip tezgâha doğru döndü ki tam o sırada kusmaya başladı. Kusmuyordu resmen içi dışına çıkıyordu. Aceleyle banyoya koştu. Midesi bulanmaya vakit bulamadan adezyon kuyular gibi dışarı atmıştı tüm içindekileri. Kusması bitince bir süredir bir şeyler yemeden su içmiş olmasına bağladı bunu ve ortalığı temizledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar mutfağa dönüp yiyecek bir şeyler hazırladı. Nitekim kahvaltı niyetine yaptığı bu doyum sürecini sabahın bir saatinde değil de hava kararmaya başladığı zaman yaptığını çok sonra fark etti. Artık zamanın onun için bir geçerliliği ya da anlamı yoktu. Zamanı özellikli kılan tek şey dergiye göndermesi gereken yazının vakitsel bir dönüşümünün olmasıydı. İki gün içinde yazıyı göndermesi gerektiğini fark edip strese girdi. Tekrar geçti kitapların ve kağıtların arasına. Tüm zamanını onların arasında kendini kaybetmiş bir biçimde geçirdi. Kendini kapattı, kendine.
                                                 ***
   “İslam inancına göre öncesizlikten sonrasızlığa dek sen ve sana bağıl gelişen her şey –iyi ya da kötü-  Allah katında hali hazırda malum olaylardır. Varlığınla (yokluğunla) duanın önemli bir parçasısın. Düşünüyorum ve bu denli ulaşılmaz ve anlaşılamaz –sadece hissedilebilir- iken bahşedilen atasal önemine anlam veremiyorum. O kadar önemlisin ki bazı İslami fırkalarca sana inanmak imanın bir şartı. Buna göre sana inanmayan dinden çıkmış oluyor. Böylesine de arı bir inanç istiyorsun kendine.”
   Tüm vücudunu sere serpe yatağına uzanmıştı. Yorgunluktan sırtında bir şerit boyunca ağrılar hissetti. Sonra yazarken yaşadığı tüm bu sancılanış sürecinin onu mahvettiğini fark etti. Her ne kadar kafasında tasarladığı yazı planına göre sona gelmiş olsa da bu yorgunluklar onu vazgeçirtmeye yetecek derecelere gelmişti. Yok oluşa bir adım daha yaklaşıyor gibi hissediyordu ama bu hissediş onu hiç de rahatsız etmiyordu. Nedense her gün biraz daha ölmek artık rahatsızlık vermektense alışkanlık yaratmıştı. Her gün süren bu saptal döngünün bir parçası olarak kabullenmişti onu. Düşünmek sadece daha fazla çıkmaz yaratıp daha uzun dolambaçlarla baş başa bırakıyordu. En azından bir süreliğine özümseyeceği bu kabulleniş daha rahat hissetmesini sağlayacaktı.
   Usul hareketlenimlerle masanın üzerinden bir kağıt aldı. Kağıda büyük harflerle ‘ölmek’ ve ‘döngü’ yazdı. Bu hareketlenimlerin düşünmesini zorlaştırdığını fark ederek kağıdı bir tarafa bırakıp bir süre sessizce düşündü. Liseden aklında kalan dil bilgisi kurallarıyla zihninde ‘döngü’ kelimesini saflaştırıp iki heceye ayırdı. O an –gü ekinin dönmek fiiline bir düzenlilik ve sirküler bir akışkanlık bahşettiğini fark etti. Ardından –gü ekini ölmek fiiline getirdi ve bu yazıyı meydana getiriş sürecinde her gün içinde olduğu halinin ve işlediği konunun onun için ‘ölgü’ olduğunu fark etti. Düzenli ve akışkan… Yan tarafına bıraktığı kağıdı tekrar eline aldı ve düşüncelerine bir realite kazandırmak istedi. Kağıdın bir köşesinde duran ‘ölmek’ fiilinin –öl kökünü, kağıdın diğer köşesindeki ‘döngü’ kelimesindeki –gü ekiyle birleştirdi. Evet, bu gerçekti! Vardı! Gülümsedi ve yazıya başlık bulmanın mutluluğunu yaşadı. Ölgü!
                                                 ***
   Gece geç saatlere kadar çalışıp yazısını sonlandırmıştı. Görev ahlakının üzerinden kalkmış olmanın verdiği rahatlıkla uyumuş öğlene doğru uyanmıştı. Başına gömülmüş bir ağrı olduğunu fark edememesi ne kötü bir şeydi! O sabah elini yüzünü yıkadığı sudan buharların yükselmesini bir süre anlayamadı. Elleri suyun altında öyle kendince düşüneyazıyordu. Birden bir ışıklanımla suyun sıcaklığını ayırt edemediğini anladı. O an bir tokmak kafasına geçirilmişti! Düşünmemeye çalıştı. Refleksif olarak aklına gelen şeyin olmamasını diledi içten içe. Bunun iyi bir şey olup olmadığını anlamadan(!) odasına tekrar geçti ve uykudan yeni uyanmanın verdiği mahmurlukla düşünmeden, düşlemeden yavaş yavaş üzerini değiştirdi. Öte yandan bu hissizliği düşünüyordu. Bir anda dün geceden beri yüzünde beliren o belirli belirsiz mutluluk yüzünü terk etti. Eline geçen ilk kağıda bir şeyler karaladı. O karalamaların aynısını başka bir kağıda yazıp masanın üzerinde bıraktı. Hemen evi terk etti. Bisikletine binip dergiye gitti. Yüzündeki garip mutsuzluğun anlamı çözülemeyecek kadar derin bir yaranın iziydi adeta. Yazısını dergiye bıraktığında çoktan akşam olmuş hava kararmıştı. Bisikletini hep o gitmeyi düşlediği uzak tepelerden birine doğru sürdü. Saatlerce gitti. Dere tepe düz gitti. Bitti.
                                                   ***
   En nihayetinde o tepelerden birinde bir uçurumun kenarındaydı. Gece, zifiri karanlık…
   “Bazen eylemler düşüncelerin önüne geçebiliyor, yanılmışım” dedi.
   Anlayamadığı –anlatılamayan- tüm şeyler bir bir aklına düşüyordu. Tüm öğreti ve inançları reddetti. Tüm bu yükler bedenini daha ağır ve taşınamaz hale getiriyordu. Gittikçe bedeni daha katlanılamaz bir yüklenişe tabi tutuluyordu. Ağlamak bir çözümden ya da bir kaçış olmaktan çıkmıştı onun için. Ağlayıp rahatlayamıyordu. Düşündüklerini eyleme dökmeye karar verdi. Derin bir nefes alıp geceyi içine çekti. Pedala bastı ve kendini uçurumdan aşağıya yuvarladı. Tek gördüğü ve hissettiği yere yakın olmanın verdiği o garip hazdı.
                                                 ***
   “Tüm önyargılarımı yıkıp geliyorum sana. Beni sevdiğini biliyorum çünkü hiçbir zaman ihanet etmedim sana. Tek yapmamız gereken kötülüklerimizi birbirimize aktarmaktı ki onu da yaptık. Seve öpe! Hadi durma sar sarmala beni. Tüm zehrini akıt içime. İçim aksın; içimi yok etmek için. Zira kurtuluş yok senin şirretliğinden! Hadi durma al! Al içimdeki o saf, billur beni. Yok et, mahvet, parçala, süründür! Utancını paylaşmaya hazırım. Nesiller boyuna insanlar tarafından atfedilen kirliliğin beni tertemiz yapmalı! Eski paklığım insanların gözünden kendini zerk edip sonsuz bir çıkış bulmalı! Bulmalı ki gerçekliğine kavuşsun. Hadi gece! Tut ellerimi, at beni bir kirliliğin içine. Soluyorum seni!”
   Kağıda bunları yazdığında çoktan kendi sonuna karar vermişti. Tek yapması gereken düşündüklerini eyleme dökmekti ki bunu da yaptı. O gece orada ölmesi hayatın yükünü daha fazla kaldıramayacak oluşu muydu, tüm bu cevapsızlıkların onu her geçen saniye biraz daha zehirlemesi miydi, o sabaha kadar fark edemediği beyin tümörünün yarattığı sonsuz ölgüyü mutlak sonla birleştirme isteği ya da hissizliğin acıyı sonsuzlaştırması mıydı yoksa sadece hissederek varlığını kabullendiğiniz ve her şeyden çok önemsediğiniz ‘kader’ miydi kimse bilemedi. Belki de kader dediğiniz şey sonsuz bir lanetti ve kimse bunu ayrımsayamamıştı. Böylece en başında bir hata yapmış; ilk yazısına konu olarak ’kader’i seçmiş ve kendi sonunu kendi elleriyle hazırlamıştı. Bu sayede yaptıkları insanlar tarafından yanlış da olsa anlaşılacaktı; en azından sessiz ve nedenli bir gidiş olacaktı. Kimse bilemedi onun ne yapmaya çalıştığını, kimse anlayamadı. Kimse kabul etmek istemedi varlığını… Hiç kimse!
   Yavuz Selim ATAN
       06-11-2011

Henüz Olmamışlık


“Uzak…
Her şey ve herkes simdi çok uzak…
Kendi yarattığım
Setlerle uzaklaşıyorum
Tüm insanlardan…
Sonra her şey
Yine uzak… ”
Yarım kalmış sigarayı kül tablasında bırakıp uzaklaşmaya çalıştı gelişi güzel her yöne… Uzun zamandır her şeye uzaktı. Kendi açmıştı tüm mesafeleri. İlkin memnun dahi sayılırdı. Fakat sonra…-Kapatmaya çalıştı tüm açılmışlıkları, beceremedi. Yine bir başarısızlık daha. ”Kişisel başarısızlık” dedi.” Ama zaten başarısızlık kişiye özgü değil midir?” diye düşünemeden edemedi. Bıkmıştı tüm bu sorulardan fakat artık kurtulmak onun için büyük bir muammaydı. Her son yeni bir başlangıçtı, varlığa adanan… Ve her başlangıç yeni bir azaptı, ruha adanan… Hayatı boyunca başlangıçlar ve sonlar arasında kalıp ilerleyememişti bir türlü. Belki de bu yüzden çocuk gibiydi. Büyük ama küçük. Küçüğün büyüğü. Büyükcek küçük. Büy…
# # #
“Azap çekiyor bedenim
Mut-suzum
Lakin mut-luydum
Anladım…
Her şey mut-a bağlı
Ki ben mut-suzum
U-mut-suzum… ”
“Mut” dedi sessizce. ”İlkel bir işkencenin aynadaki zahiri hali!” diyerek kalktı. Bittiğini ancak fark edebildiğini sigarasını dışarı fırlattı. Bir süre sessizlik kapladı odanın boşluğunu. Sonsuzmuş gibi görünüyordu hayat… Fakat bu düşünce sadece kendimizi sanrılara açtığımız anlar için geçerliydi. Düş bitince… Düş bitti, sonsuzluk uzlaşılmaz bir uzaklık artık… Uzlaşılmaz, ulaşılmaz, bağdaşılmaz bir uzaklık…
Uzaklaşmak için; yeni bir uzaklığı vücuda getirmek için, pencereye yöneldi. Ve rüzgâr…
“Rüzgar bize cilve yapıyor.” dedi.
Kutsanmış bir fahişe! Ya da kâhin!
“And thou should trust the seer!”1 dedi.
Melodiler yükseldi düşünceleriyle beyine. Ansal bir hedonizm yaşıyordu. Ardından bir an için bedbin olduğunu düşündü.
“Hayır!” —Yine yepyeni bir izafilik yasıyordu.
Düşünceleri iyiden iyiye şizofrenikleşmeye başlamıştı. Egoist düşlerden bir düşünce talep etmenin sadece bir muğlaklık olduğunu biliyordu. Kronik bir bunalıma kapılarını açmıştı tekrar. Dönmek istemese de bu gedikli anlara yasam bazen sürüklüyordu bizi soğuk sulara.-Üşürsün ama sesini çıkaramazsın! Yine uykuya daldı, yepyeni rüyalar için. Bazen bir azaptı rüyalar, bazense sonsuzluğa dokunabildiği, ona ellerini verebildiği kısıtlı bir zamandı. Rüyalar içinde yeni hayatlar oluşturuyordu. Düşlemeyi –rüya görmeyi- seviyordu fakat bu kez durum farklıydı. Beyni ona
cebren düşlettiriyordu. O, bu düşleri sündürmek istemiyordu. Düşlerin özgürlüğüne inanıyordu fakat beyninin yasattığı dayatmaya da karsı koyamıyordu. Sınırlı anlarda zoraki düşlerle yasıyordu. Sonra her şey bitti. Uykusunda yarattığı totaliter düzeni yıkmayı başarmıştı. Uyandı.
Evren ona günaydın diyordu. Onun ise ağzından çıkan anlamlı anlamsız, her şeyden öte bilinçsizce söylenmiş tek bir cümle vardı.
“ -Bitmeli. ”
# # #
Sabahın erken saatinde mide bulantılarıyla uyandı. Vücudu ona tepki göstermeye başlamıştı. İlkin psikolojik ve kronik bir bunalımın vücuduna etkisi olabileceğini düşündü ve olumlu düşünebilirse bu sorunu kolayca alt edebileceğine inandı. Fakat uzun çabalar bir ise yaramadı. Artık bu bulantı daha da çekilemez hale gelmişti. Güne yeni uyanan güneşe –günaydın- diyemeden psikolojik bir terapi yaratmaya çalışmıştı. Sonunda, sonuçsuz kalan bulantısı için dolaptan çıkardığı yeşil bir hapı kullanmaya karar verdi. İlacın tesir zamanını beklerken bulantılarını da yanına alıp sancılı düşler evrenine yöneldi…
—Dieu a passé…2
# # #
En nihayetinde düş evreninde yaptığı küçük gezintiyi bitirince, bulantılarının geçtiğinin farkına vardı. Anlaşılan ilaç ise yaramıştı. Çarnaçar bir tebessüm gönderdi akıp giden zamana. Ayakta bir şeyler atıştırdıktan sonra dışarı çıkmaya karar verdi. Ulaştığında şehir çoktan ayaklanmıştı. Herkeste umutsuz bir ifade ve geç kalmama arzusu. İfadesiz suratların aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışması ya da o an için zamanı durdurma isteği anlamsız geldi.
“Bazen bende zamanı durdurmak istiyorum.” dedi.
Ancak onun bu isteği, gerçeklikten uzaklaşıp, olgular içinde tek anlamlı oluş olduğuna inandığı düş âleminde kalmak, bir zaman yolcusu olarak hep aralarda bir yerlerde yasamak içindi. Fakat bu insanlar neden durdurmak istiyor zamanı? Gerçek ve doğru olanın kavranmasında hiç uğraşmadıkları için mi şehrin her bir tarafında dolasan bunca ifadesiz surat? Sonra… Düşünmeyi bıraktı. Bu açmazlarla uğraşacak eforu vücudunda bulamamıştı. Hep, şehrin ortasında bakışta küplere bindiği trafik işaretlerini bu defa görmezlikten geldi.
—Umarsızlık ya da haksız bir yargılama…
1-Ve sen kâhine inanacaksın.
2-Tanrı geçti oradan.
# # #
Bir süre yatakta belirli belirsiz bir huzursuzlukla dönüp durdu. Yapmak istediği bir şeyler olduğunun farkındaydı fakat o şey neydi, bunu bilemiyordu. Pencereyi açıp dışarıya bakmaya karar verdi. Düşünmenin verdiği sürmenaj etkiyle pencereye yönelmeye çalıştı. Kolay değildi onun için bu hareket. Önce gövdesini kaldırdı ağır ağır. Bir süre durdu. Gözlerinin önü zifiri karanlık gecenin yansımasıydı. Kısa bir süre sonra kendine geldi. Usul usul ayağa kalktı ve perdeyi hırçın bir tavırla açtı. Yağmur yağıyordu. Dışarıda sokağın evrensel sessizliğinin bıraktığı huzur yaşyordu. Tam yağmurun seyrine dalmışken birden şimşekler çaktı, gök gürledi.
“ -Gökyüzü yine bize kızdı. Çünkü insanlar zara. ” diyebildi.
Yağmur dinmişti fakat pencereden ayrılmak istemiyordu. Göz kapakları ağır yük yüklenmiş işçi edasıyla kapanmaya çalışırken o vücuduna diretmekle meşguldü. Uzun sürmedi… Vücuduna daha fazla karşı koyamayıp yavaş yavaş yatağa yöneldi. Sessizliğine sarılıp uyudu…
Gece sessiz… Gece arman… Gece tali…
# # #
Ani bir hareketle uyandı. Dilinde asırlardır söylenmeyi bekleyen bir sözün evecenliğiyle “- Bunu yapmalıyım!” seklinde dökülen bir iç isyan…
Her yeni gün yeni bir azap, diye düşündü. Yeni sancılı düşler, azap niteliğinde rüyalar, kimliği belirsiz ağrılar, acılar… Yasamak bazen gerçekten ağır geliyordu. Hayata kendimizi kabullendiremezsek onu hep sırtımızda bir hamal gibi taşıyoruz. Fakat hepimiz akıp gidiyoruz zamanın herhangi bir anında bu hamallıkla.
“İnsan bu su misali
Kıvrım kıvrım akar ya
… ”
# # #
Pencereye yönelme ihtiyacı duydu tekrar. Yavaş yavaş, emin bir tavırla perdeyi sıyırdı. Dayanamayıp gözlerini kapattı. Dışarıda perdenin hoyrat bir el tarafından sıyrılmasını bekleyen gün ışığı büyük bir hızla içeri doldu. Gözlerini tekrar açtı. Sokağın ilerisindeki dağların arasında evreni yansıtan bir gökkuşağı oluşmuştu. Uzun zaman sonra ilk kez isteyerek gülümsedi.
“-Evren bize mutluluk dağıtıyor.” dedi sessizce.
# # #
Garajdan aracını çıkarıp tekrar şehir merkezine gitmeye karar verdi. Bugün içinde anlayamadığı bir heyecan, durduramadığı bir çığlık vardı. Her şeyin alabildiğine hızlı ilerleyişini duyumsadığını fark etti.
“İnsanlar ve doğa ilk kez bu kadar hızlı geçiyor gözlerimden.” dedi.
O ise hep yavaştı. Evrenin yavaş bir oluşum geçirdiğine inanarak var olan tüm olguların
yavaş olması gerektiğine inanırdı. Her şey yavaş olmalıydı, zaman gibi… Belki de bu yüzden sevmiyordu ifadesiz suratlardaki bir yerlere yetişme telaşını. Fakat evren bugün çok hızlı…
Somurtuyor…
Gülücükleri demet yapıp gönderen, -bize mutluluk dağıtıyor dediği evren neredeydi? Neden bu denli hızlı her şey ve herkes? Neden koşuyoruz yürümek varken? Neden bu kadar hızlı bu araç? Kalbim neden bu kadar hızlı çarpıyor? NEDENNEDENDENDEN…
—————-
Evrene inat arabasını köseye çekti. Yavaşlamayı tekrar vücuda getirmek istiyordu. Fakat hala ters giden bir şeyler vardı. Şehrin merkezine çok yakın bu yeri sessizlik istila etmişti. Sanki evren lal olmuştu.
Ab-ı Lal…
Beyninden her saniye yeni bir düşünce geçiyordu. Beyni de hızlanmıştı bugün… Simsiyah bulutlar da iyiden iyiye kendini göstermeye başlamıştı.
“-Severim kara bulutları ben… Evren öfkesini döküyor bize…” dedi.
Birkaç dakika sonra da evren öfkesini nur olarak döktü. Artık her şey yavaştı. Tezatlık her şeyiyle kendini gösteriyordu. Fakat evren hala konuşamıyordu. O, konuşmaya karar verdi. Sadece birkaç kelime döküldü tüyü biten dilinden:
“-Bitmeli!
-Bunu yapmalıyım! … ”
Sonra sustu, bedeni harekete geçti. Sonsuz düş görebileceği bir yere gitmek istedi.
Mezarlığa gitmek istedi… Gitti.
Yavuz Selim ATAN
07–07–2009 

Merhaba dedik mi?


Merhaba gençler..
Bir an da karar verip açmış bulunduk bu blogu.Dur bakalım bi şeyler yapabilmek güzel olur bence. Bazen sadece takip etmek yetmiyor galiba. Belki de şu an da bu yüzden bu blogdayımdır. Ne dersin? Ha bu arada merhaba dedik mi?